When was the last time you did something for the first time?
14:30 gibi Paris`e indim, 17:00 gibi oteldeydim. Sanki Paris`e değil de, Afrika`ya geldim! Hani BoBo`ların takıldığı cafeler nerde? Hani entellektüel, sanatçı, edebiyatçı Parisliler?! Hiç “Midnight in Paris”deki gibi değil burası. Paris`le ilgili ilk izlenimim bu oldu. Tabi ben “kısa olsun, fazla metro değiştirmeyeyim, yol üzerinde şunları da göreyim” diye Paris rehber kitaplarının içinde yazan yolları ve metro duraklarını değil de egzantirik yolları tercih ettiğimden varoş mahallelerin içine düştüm. Hiç tanıdığım birinin olmadığı, milletinin dilini bilmediğim bir şehirde yalnız olmanın verdiği stresle Sacré-cœur Bazilikası`na geldim. Dönüşte fark ediyorum; “Château Rouge” metro durağını değil de, rehberlerde yazıldığı gibi Abbesses durağını tercih etseydim daha az kaygılı olacaktım. Paris`e tepeden bakmak hoşuma gitti, turist kalabalığının içinde olmak ise güven verdi.
Sacré-cœurù gördükten sonra etrafı gezip Rue des Abbesses üzerinde bir cafede bir şeyler atıştırıyorum. Ellerinde bagetlerle apartmanlarına giren Parisien`lerle karşılaşıyorum, apartman kapılarını anahtarla değil, şifreyle açıyorlar. İleriki günlerde bu görüntüyle sıkça karşılaşıyorum. Hava kararmadan metroya atlayıp Palais de Chaillot`a gidiyorum; Tour Eiffel`e, Seine Rivière (Sen Nehri)`nin karşısından bakmak için. Biraz Eiffel kulesi ve etrafı izledikten sonra merdivenlerden Jardins du Trocadéro`ya inerken Esplanade du Trocadéro`da tango yapan insanlarla karşılaşıyorum. Müthiş bir tango müziği, Eiffel kulesinin önünde insanlar tango yapıyor! Birden bütün moralim yerine geliyor, şansım açıldı, merdivenlere oturup dans edenleri izliyorum. Muhtemelen tekrarlanan bir organizasyon çünkü insanlar DJ`e ve birbirlerine selam verip, bazen eş değiştiriyorlar. “Keşke tango bilseydim. Ya biri beni dansa kaldırırsa? Uf! Bilmiyorum deyip Eiffel`in önünde tango yapma şansını kaçıracağım. İstanbul`a dönünce ilk iş tango öğreneceğim!” Müzik çok güzel. Bir yandan Eiffel`e, bir yandan tango yapanlara bakıp mutlu mutlu gülümsüyorum. Korktuğum başıma geldi, biri beni dansa kaldırma girişiminde bulunuyor. Bilmiyorum diyorum, üzülerek. Yanıma oturuyor, tanışıyoruz; biraz Amerika, biraz Paris`te yaşayan bir Arjantinliymiş! Çok iyi tango biliyorsun o zaman diyorum; evet bize tangoyu çocukken içiriyorlar diyor. Bir Arjantinliyle tango yapma fırsatını kaçıramam, biraz ısrar etsin, kalkacağım dansa, becerebilir miyim ki? Denemelisin diyor, kendime güvenmiyorum diyorum. Biraz daha sohbet ediyoruz, ticaretin her türlüsüyle uğraşmış, Tango eğitmeni, aynı zamanda yazarmış, dünyanın bir çok yerini gezmiş. Atmadığını ilerleyen saatlerde ve İstanbul`a dönünce internetten araştırdığımda anlıyorum. Üçüncü kez sorduğunda artık kalkıyorum; “Bu araba kullanmak gibi bir şey, sen arabasın. Dans edemezsen bu benim suçum olur.” – “Peki o zaman”. Bana duruş ve bir kaç temel adım gösteriyor, ayaklarımı nasıl sürterek adım atmam gerektiğini anlatıyor. Ardından, oh lalala, tango yapıyoruz! Daha önce salsa yaptığım için, dans etmenin, erkeğin kadını kumanda etmesiyle ilgili olduğunu biliyorum. İlk salsa dersimde, hiç adım bilmezken, salsa eğitmeni Umut`un bana nasıl salsa yaptırdığını hatırlıyorum. “Kesinlikle daha önce tango yaptın. Daha önce yapmadığına emin misin? Senin beş dakikada öğrendiğini, Fransız kızlar üç ayda öğrenemiyor.” iltifatlarıyla birlikte -ki bu iltifatlar saatler ilerledikçe artıyor ama boşuna, Türkler ne taklalar atıyor biliyor musun, Türk kızının nazı diye bir şey hiç duymadın galiba?!- kendimi O`nun yönetimine bırakıyorum, bir yandan Eiffel kulesi manzarasını izleyip, bir yandan özenle seçilmiş tango parçalarını dinleyerek, omuz, bel, bacaklarımı bir kukla gibi oynatarak daha önce hiç yapmadığım hareketleri yapıyorum. Paris için iyi bir başlangıç ve gece için. Önce gece Paris turu, sonra bir tango bar, sonra da otelime geri dönüyorum.
Ma Chérie Paris
Kalan günlerim daha az heyecanlı geçiyor. İlk günkü cesaretli ve rahatlık halimden sonra daha temkinli davranıyorum. Elin adamı, sapık da çıkabilirdi. Ertesi gün, gece otele geç döndüğümden, biraz geç kalkıyorum. Cumartesi günleri Bastille`de yiyecek pazarı kurulduğunu okuduğum için, metroyla Richard-Lenoir durağına kadar gidip oradan Place de la Bastille`e kadar yürüyorum. Yiyecek pazarı, pazar günleriymiş, cumartesi günleri ünsüz sanatçıların eserlerini sattığı pazar kuruluyormuş, ayrıca metrodan inilmesi gereken durak Bréguet – Sabin, biraz fazla yürüdüm. Biraz daha yürüyüp Place des Vosges`ye varıyorum. Burada Brasserie Carette`de kahvaltı ediyorum. Aç olduğumdan mı bilmem, burada yediğim, içtiğim her şey çok lezzetliydi, pastaları, tatlıları harika. Mutlaka gelinmeli, daha önce ismini araştırmıştım tabi ki buranın. Merak edenler için, Place des Vosges`de Victor Hugo`nun Sefiller`i yazarken kaldığı dairesi var. Karnımı doyurduktan sonra Rue de Rivoli üzerinden yürüyüp Place de l’Hôtel de Ville`yi görüp, Cathédrale Notre-dame de Paris`ye varıyorum. İçeri girmek isterseniz sıra çok hızlı ilerliyor merak etmeyin, upuzun bir sıra vardı, 5 dakika beklemedim, içeri girip biraz serinledim. Bu arada Rue de Rivoli üzerinde pek çok mağaza olan bir cadde fakat cumartesi olmasına rağmen çoğu mağaza kapalıydı, şaşırdım, sıcaktan mı acaba. Ile de la Citè adacığında biraz dolanıp Fontaine Saint-Michel`i görmeye gidiyorum. Burada da etrafta gördüğüm her şeyi içime sindirip hafızama kazıdıktan sonra Seine nehri kenarından yürümeye devam ediyorum. Nehrin kenarına ara ara dizilmiş sahafların birinden iki tane eski kartpostal alıyorum, arkaları dolu! Birinde Fransızca, birinde Arapça yazılmış. İnsanların hatıralarını satın almış gibi hissediyorum. Fransızca bilen arkadaşlarımdan birine çevirteceğim. Eskiden kitaplarımı hep sahaflardan alırdım; kitabı benden önce okuyan kişiyi, kitap üzerindeki notlardan, altı çizilmiş satırlardan hayal etmeye çalışıp kendimle ilgili hiç bir ipucu bırakmadan yeniden sahaflara satardım. Bu kartpostalları alırken de aynı şeyi hissettim; merak, bu sevgi ve tebrikler kime?
Sırayla Pont Neuf ve Pont des Arts`ı gördükten sonra artık Saint Germen des Pres bölgesinin sokaklarına bırakıyorum kendimi. Bayılıyorum buradaki cafelere, küçük dükkanlara. Rue Bonaparte üzerindeki Ladurée`nin vitrinine hayran kalıp İstanbul`da yediğim macaronlardan dolayı “sevmiyorum ama yine de 3 tane alıp deneyeceğim” diyerek aldığım macaronları afiyetle yiyorum, tadı damağımda kalıyor. Biraz daha dolaşıp Cafè de Flore`ye oturuyorum. Cafelerin sandalyeleri hep sokağa baktığından burada uzun bir süre oturup dinleniyorum ve Croque madame (le jockey) ile karnımı doyuruyorum. Fiyatlar biraz pahalı fakat garsonlar çok ilgili, fransızca menü konusunda yardımcı oluyorlar, ayrıca oturup sokaktan geleni geçeni izlemek için çok ideal bir yer. Hemen yanındaki Les Deux Magots ya da karşısındaki Brasserie Lipp`i de tercih edebilirsiniz. Yeteri kadar dinlendikten sonra yürüyüşüme devam ediyorum. Église Saint-Sulpice içinde tesadüfen bir düğüne rastlıyorum, sanki düğün değil, cenaze gibi, ruhsuz bir ses tonuyla konuşan ve şarkı söyleyen insanlar var. Jardin du Luksembourg`a ulaşır ulaşmaz hemen parkın içindeki sandalyelerden birine oturup dinleniyorum, sıcak iki kat yoruyor. Park çok büyük, resim yapanlar, pony`ye binenler, oturup oyun oynayanlar, güneşlenenler, kitap okuyanlarla dolu. Burayı da dolaşıp yine biraz tembellik yaptıktan sonra Panthéon`a doğru ilerliyorum. Oh, Panthéon serinlemek için bire bir. Panthéon`un arkasında kalan Latin Quarter denilen alan mutlaka gezilmeli. Arnavut kaldırımlı Rue Mouffetard`ta gezdikten sonra metroyla Le Tombeau de Napoléon`u görmeye gidiyorum. Daha sonra yürüyerek sırasıyla Place des Invalides, Pont Alexandre III, Le Petit Palais, Le Grand Palais, Place de la Concorde, Église De La Madeleine`i gördükten sonra Place de la Concorde`den bir otobüse atlayıp Saint Germen des Pres`e gitmek istesem de, inmem gereken durağı kaçırıp son durak Montparnasse`ye kadar gidiyorum. Neyse hiç değilse bir otobüse binmiş oldum. Yerel halkın kullandığı toplu taşımayı kullanmak hoşuma gidiyor. Otobüs bomboş ve metroya göre daha güvenli. Montparnasse`den metroya binip Saint Germen des Pres`e ulaşıyorum. Relais de l’Entrecôte restoranında biraz sıra bekledikten sonra oturuyorum. Bugün yürü yürü ayaklarım koptu. Restoranda tek menü var, antrikot menüsü; salata, büyükçe bir antrikot, patates kızartması. Yanına su ve şarap alıp keyfini çıkara çıkara akşam yemeğimi yiyorum. Çok yorulmuşum, şarap azcık çarpıyor. Rstoranda bir çok Türk müşteriye rastlıyorum. Antrikotu çok beğendiğimi söyleyemem, orta istememe rağmen iyi pişmiş geldi. Porsiyon büyük ve doyurucuydu, yine de 40€ etmez. Restoranın yanındaki sokak müzisyenini ise beğendim. Buradan 11`e doğru çıkıp otele dönüyorum, çok yorulmuşum, uykum gelmiş…
Paris ensoleillé
Bir önceki güne nispeten bugün daha sakin bir gün geçiriyorum. Sabah kalkar kalkmaz metroyla Arc de Triomphe`yi ziyaret ediyorum. Avenue des Champs Élysées`den aşağı inerken mağazalara bakınıyorum ve bir yerde oturup kahvaltı ediyorum. Kahvaltıdan sonra Saint-Augustin kilisesine yürüyorum. Yol kısa sandım, hata etmişim, keşke metroya binseymişim. Oradan Gare Saint Lazare`ye yürüyüp Voyage de Noël`i gördükten sonra metroyla Opéra Garnier`e gidiyorum. Operanın arkasındaki Galeries Lafayette`ye gidip dünyanın en büyük iç çamaşırı bölümü görmek istiyorum fakat namümkün. Pazar günü koskoca alışveriş merkezi kapalı. Bunu daha önce okuduğum halde unutmuşum. Rue de la Paix üzerinden yürüyerek Place Vendôme`a ulaşıyorum. Place Vendôme, pahalı markaların mağazalarının bulunduğu bir meydan. Sokaklar bomboş ve mağazalar kapalı. Parisliler sıcağa dayanamadıklarından sokağa çıkmamışlar onu anladık da mağazalar niye kapalı? Rue de Castiglione üzerinden Jardin des Tuileries`a ulaşıyorum. Parkta ağır ağır yürüyerek Place de la Concorde`ye tekrar geliyorum, burası Paris`in merkezi gibi, çok sevdim, bu meydanda 360 derece görülecek yer var. Biraz fotoğraf çektirdikten sonra tekrar Jardin des Tuileries`e girip gölgede bir sandalyeye oturup başka bir sandalyeye ayaklarımı uzatıyorum. Bacaklarımın kasıldığını hissediyorum yorgunluktan. Burada biraz dinlendikten sonra parkın içinden Louvre`a doğru yürüyorum. Arc de Triomphe du Carrousel içinden geçip Place du Carrousel`in altındaki Carrousel du Louvre`a varıyorum. Burası bir alışveriş merkezi. İçeride biraz serinleyip wifi kullanıp La Maison du Chocolat`tan bir çikolatalı-böğürtlenli mousse yiyip çıkıyorum. Jardin du Palais Royal ve Place des Victoires`i görüp Les Halles`e doğru yürümeye devam ediyorum. Lss Halles`te bakım çalışması varmış, kapalıydı. Fakat yol üzerinde Église Saint-Eustache isimli kiliseye giriyorum ve ayda 4-5 kez yapılan devasa kilise orguyla gerçekleşen bir performansa denk geliyorum. Franz LISZT – Sonate pour piano en si mineur (transcription B. Haas).